İKİ MİNİK ELİN UÇURUMUN KENARINDAN ÇEKİP ALDIĞI CAN'LAR
Mahalle kahvesinde bir söylenti fısıldalışılıyordu; Küçük caminin yanındaki müstakil evi emekli bir konsolos almış diye.
Doğruydu, bir çok Ülkede konsolostluk yapmış Çağatay bey, emekli olduktan sonra memleketi Bursanın Mudanya ilçesine dönmüştü. Hanımı da Mudanyanın köylerinden olduğu için güle oynaya bu kararı almışlardı.
Çağatay bey, yıllarca hep frenklerin godamanları içinde yaşamaktan sanki onlar gibi olmuştu. Fiziksel görüntüsü, beyni ve düşünceleri de.
Ezan sesine bir türlü alışamamıştı. Hemde aldıkları ev, Caminin duvar komşusuydu. Hanımı Cavidan hanım, kocasına göre çok daha "biz gibi kalmıştı"
Aslında ezan sesinden çok memnundu ama kocasına söylemek istemiyordu. Hele yavaş yavaş alışsın düşüncesindeydi.
Çağatay beyin liseden bir iki arkadaşı döndüklerinin haberini almış ve hemen gelip bulmuştular. Konsolos bey çok sevindi, nasıl sevindi ki. Ellerini tuttu bırakmaz oldu.
Ve Çağatay bey çok zorlansada kahvede oturmaya alıştırılmıştı bile.
O anlatıyor, kahve milleti hayran hayran dinliyordu. Ohoo anlat, anlat biter mi..!
Bu ilgi ve teveccüh onu nasıl mutlu ediyordu, hemde nasıl.
Ama bu kurduğu düzende hoşnut olamadığı bir durum vardı ki, o da; onu hararetle dinleyenlerin çoğusu Cami cemaatiydi. Ezan okundu mu kahve neredeyse top yekün Camiye akıyordu.
Hani bir darbımesel var ya "iki cami arasında" sıkışıp kalan beynamaz durumunu yaşamak.
İşte tamda bu durumdaydı konsolos bey.
Zaten adını bilen çok azdı. Herkes konsolos bey aşağı, konsolos bey yukarı demekteydi.
Konsolos bey, sustumu liseden arkadaşları hafiften cami, namaz, ibadet demenin ilk harflerini hecelemeye gayret ediyorlardı.
Konsolos bey, her seferinde;
-Bakın azizim, Batı teknolojisiyle sizin gibilerin efendisi oldumu ? Oldu.
-Bana bilimden, modern felsefeden bahsediniz lütfen.
Diyemediler ki...!
-Bak azizim, namaz kılanın elini kolunu bağlayan mı var ki...!!
Anladılar ki inançsızlığı çok kemikleşmiş. Üstüne gitmekten hepten vaz geçtiler.
İşi oluruna bırakalım diye düşündüler de günler normal akışında seyru sefer ede durdu.
Konsolos beyin, iki oğlu birde kızı vardı. Üçü de Amerikada yaşıyordu. Kız ve bir oğlan evli, küçük oğlan daha yeni eğitimini bitirip iş hayatına başlamıştı.
Anne bu ya !
-Ferit evladım sakın oralardan evleneyim deme. Lütfen bari seni kendi kanımdan bir kızla evlendireyim diye adeta yalvarıyordu evladına.
Ferit de gerçekten anasına mı ne çekmişti, yaban elde bir Türkle tanışacak olsa adeta boynuna sarılıp koklayası gelirdi.
-Tamam Anne dedi, hadi bir araştır bakalım.
Derken, oradan, buradan diye diye çok münasip bir aday yakaladılar.
Cavidan hanımın daha yeni evli bir kız yeğeni tavsiye etti adayı. Sınıf arkadaşıymış.
Beş yıl beraber geçmiş hayatları. Ne kadar ısrarla tavsiye etti ki, dayanamadı gittiler Ankaraya kızla tanışmaya.
Dönüşleri çok mutlu, mesut oldu. Anne de, konsolos beyde çok beğenmişlerdi. Kız eğer oğlanla anlaşırsa Amerikada yaşamayıda kabul etmişti. Derken karşılıklı canlı görüşmeler, konuşmalar sonucunda oğlan geldi nişan yapıldı, yazında düğün için mutabık olundu.
Konsolos beyde bu arada taze gelinin hayat tarzını ilk başlarda kabullenemedi ama gelinin hanımefendiliği, içten ve samimi duruşu onuda çok etkilemişti.
Sanki ezan sesini yavaşça sevmeye mi başladım gibilerinden arada bir vicdanına danışmaya başlamıştı bile.
ŞİMDİ ASIL BAŞ DÖNDÜREN MEVZUYA GEÇELİM.
Düğün için zaman azaldıkça bu Konsolos bey, arkadaşlarına Türkiyede araba kullanmanın kuralsızlıklarından şikayetle içinde tarif edemediği bir huzursuzluğundan bahsedip durdu.
Derken bu huzursuzluk öyle yüreğini büker oldu ki adeta gitmeyelim, sanki kötü bir şeyler olacak endişesini artık alenen dillendirmeye başladı.
Liseden arkadaşı Hasan bey dayanamadı;
-Azizim şimdi sana bir öneride bulunacağım ama biliyorum ki sen saçma diyeceksin.
-Yok, yok söyle, belki demem.
-Bak böyle toplu programlarda, heleki uzunca bir yolculuklarda biz inancımızdan ya kurban keseriz, yada fakir fukaraya adam akıllı tasaddukta bulunuruz, kaza, bela için.
Konsolos bey yutkundu, bir daha yutkundu.
Ama öylece kaldı. Kimsede artık üstelemedi.
Vakit geldi, program yapılmıştı zaten. Akrabaların ve bir iki komşunun arabaları derken yedi araçlık konvoyla Ankaraya gidileceği netleşti.
Konsolos beyin Jipi gelin arabası olacak. Gideken damat kullandı arabayı ama dönüşte konsolos bey kullanacak.
Bu durum iyice sıktıda sıktı yüreğini.
O kurban kes tavsiyesinde bulunan arkadaşı bir manisinden dolayı onlarla gelemedi ama konsolos bey önde oturuyor ve aklında hep kurban. Yüreğinde de acı ve endişeden büzüşen bir yumruk sıkılmış gibi.
Gerçekten acılar içinde kıvranıp durmakta.
Birden, hızlıca toparlanıp;
-Yok, yok Cavidan hanım bu böyle olmayacak. Bizim yol güzergahında bir kurban bulup kesmemiz lazım.
Cavidan hanımın yüreği bir doldu, bir doldu.
Aman Rabbim! şu gelinimizin bereketimidir bu? Sonsuz...! Sonsuz...! Şükür sana.
-Vallahi nasıl makbul bir düşünce bu bey.
-Benimde yüreğime sanki birisi oturmuş gibi.
Eskişehiri geçip, sivrihisara yaklaşmışlardı ki yolun sağında eski model beyaz bir minibüsü yan durur halde gördüler. Etrafında kadınlar, çocuklar öylece beklemekteler. Tam yanlarından geçerken Cavidan hanım minibüsün az biraz uzağında tek başına otlayan bir keçi gördü de hemen oğluna durdurttu arabayı. İndiler ve arkalarından gelen konvoyuda durdurdular.
Konsolos bey, geçmiş olsun falan dedi. Konuştular ki, Urfadan geliyorlarmış, tekerlerinden ikiside patlamış. Eskişehirin köylerindeki yazlık tarla hastaları ile çifteler mevkiindeki patates hasatına gidiyorlarmış. Her sene gelirlermş. Patates bittimi oradan Polatlıya soğan hasatına geçerlermiş. Konsolos bey ve ailesi hayatlarnda ilk defa böyle bir dramla karşılaştıkları için çok etkilendiler. Böyle bir yaşamın olacağına bir türlü inanamadılar.
Bizimkiler için ise adiyattan (sıradan, alışılmış, doğal) bir görüntü olduğu için kabullenmeleri çokta zor olmadı tabiiki.
Derken millet toplaştı da hanımlar o küçüklü büyüklü üstü başı kirli, tozlu şöyle böyle giyimli çocukları sevip okşamaya başladılar.
Konsolos bey, çok dolgun bir ücret ödeyerek keçiyi sahibi kadından satın aldı. O keçiyide sütünü kullanmak için yanlarında götürüyorlarmış.
Gittiğiniz yerden iki, hatta üç tane alırsınız diye tembihlediler. Keçiyi niyet edip kestirdiler. Olduğu gibi tekrar onlara verdiler. Gideceğiniz yerde pişirip yersiniz dediler.
Tam ayrılacaklardı ki, Konsolos bey, minik sevimli mi sevimli bir kız çocuğunun çeketini çekiştirdiğini fark etti. Çocuğu görür görmez yüreğine nasıl bir huzur doldu, nasıl bir sevgi boca edildi ki; şaştı kaldı. İnanılmaz sevdi bu sıska kollu, güneş yanıklı yavruyu.
Çocuk hem Konsolosa bakıyor hemde nasıl tatlı tatlı gülüyor ki. Dayanamadı çocuğu kaptığı gibi aldı kucağına. Bunu gören ve konsolosu tanıyanlar ve hatta hanımı ve damat bile dondular adeta.
Yahu bu çocuta sanki sevgi yumağı, nasılda sarıldı amcaya.
Konsolos bey çıkardı cebinden belki beş tane yüzlüğü koynuna koydu. Sonrada sordu dostlarına; yanında çikolata, şeker, bisküvi olanınız varmı? Doldu miniğin kucağıda diğer çocuklarında.
Yahu bu neydi böyle diye diye Konsolos hem arabaya yöneldi hemde çocuktan bir türlü gözlerini ayıramadı.
Çocukta yanından geçenlere hem öpücük atıyor, hem gülüyor hemde el sallıyor.
Çok etkileyici, çok yürek ısıtıcı bir an yaşamıştı herkes.
Hele ki konsolos bey..!
Hayatında ilk defa yaşadığı muhteşem bir duygu yoğunluğuydu bu.
Hatta düşündü, ilk torununu kucağına verdiklerinde bunun yarısı bir duyguyu dahi yaşamamıştı.
Bu neydi ya..!
Ankaradan ertesi gün dönüyorlar; konsolos bey sürücü koltuğunda. Araçta gelin,damatla.
İçi epey ferahlamıştı ama yinede sebebini bilmediği bir durgunluğu vardı. Yanında oturan hanımının elini tuttu, sıktı, zorla gülümsedi ama yinede işte...!
Cavidan hanıma bu nasıl yansıyordu ki.
O da huzursuzdu sanki.
Konvoydaki araç sayısı Ankardan katılanlarla onbir olmuştu. Araçları kullanan gençler ara ara gelip gelin arabasını geçiyor, kornalar çalıyor, neşe içinde sürüp gidiyordu yolculuk.
Eskişehiri de kazasız geçtik diye düşünüyordu ki, bozüyük sınırlarında; epeyce içki içip aracını kullanmaktan vaz geçmeyen bir gencin önündeki araçları sollaya sollaya gelin arabasına yaklaştığını konsolos bey yan aynadan görmesiyle aracın bunun sağ ön çamurluğuna dokunması bir oldu.
Aman Allahım..!!
Feryat, figan koptuda koptu.
Konsolos bey, direksiyonu sıktı, sıktı ama nafile. Araç yan yatar gibi oldu, tekrar doğruldu, yoldan çıkmamak için çok direndi ama olmadı.Araç yolun solundaki demir bariyerlere sol ön çamurluktan çapraz vurdu, yolun iç kısmına döner gibi oldu ama eyvahh tekrar çarptığı bariyerlerin biraz ilerisindeki sırayı yalaya yalaya kıvımcımlar çıkararak yoldan çıkmadan on metre kadar sürtünerek çaprazlama gitti, hızı düştü düşecek derken bariyerlerin zayıf bir noktasına denk geldiki araba uçuruma doğru sağ önden düştü düşecekti ki...!
sadece ama sadece konsolos beyin görebildiği ve hayatının da, ve hatta maneviyatınında tam kucağına düşebildiği o hakikatle yüzleşti.
Aracın sağ önünün son kez bariyerlere sürtünüp yolun içine yönlenemeyip uçuruma düşeceği o "an" konsolos bey şunu gördü...!
Sadece dirsekleri görülen İki tane minik el; aracı sağ ön farından itekleyerek arabanın tekrar yolun iç tarafına dönüşünü sağladı.
Ve Araçı, yolun içinde, kontrol edilebilir halde, epeyce ilerde selametle durudurabildi.
Koşanlar, ağlayanlar, feryat edenler...!!
Kendisini biraz toplayanın ilk sorduğu???
-Bu araba düşüyordu ya...Nasıl..! Nasıl..! Tekrar yönü yola dönebildi....????
Konsolos beye ve diğerlerine sular verildi, yüz, göz yıkandı. Sakinleşmeleri için çaba.
Konsolos bey, defalarca şu cümleyi tekrar ve tekrar edip durdu.
-Cavidan..! Cavidan..! Kucağımdaki o çocuk..!!
-Cavidan..! Cavidan..! Kucağımdaki o çocuk..!!
Konsolos bey, her namazın sonunda ettiği duada, ilk önce Ankaralı gelinine, sonrada o; sıska, güneş yanıklı kara kuru o çocuğa hayır dualarını bağışlıyor ve sonrasında da;
"Allahım ! lütfunla bu kulunu cennetine kabul edeceksen eğer; ben yanıma, o iki minik elin sahibi yavrumuda istiyorum."
Epey sonra yapılan münazarada; bu tasadduklardan kurban, bize göre, yani zahiren daha değerli iken; neden o çocuğa verilen o küçük hediyeler kurbandan daha koruyucu oldu..?
Akledenler buyurdular ki...!!
Hayır ve hasenatın küçüğüne, büyüğüne bakılmamaksızın ele geçen her fırsat ve şartta hepsi değerlendirilmeli, ihmal edilmemelidir.
Bu kadarcıktanda ne olurmuş denmemeli.
Bir selam verme, bir hatır sorma, bir gönül alma ve hatta bir gülümseme bile.
"Rabbimizin katında hangi hasenatın hor'a (makbul) gececeğini biz bilemeyiz."
Demek ki; o minnacık yavrunun memnuniyeti kurbanın önüne geçecek kadar mı olmuş..??
Allahuâlem.
Hürmetli dua ile.
Mahalle kahvesinde bir söylenti fısıldalışılıyordu; Küçük caminin yanındaki müstakil evi emekli bir konsolos almış diye.
Doğruydu, bir çok Ülkede konsolostluk yapmış Çağatay bey, emekli olduktan sonra memleketi Bursanın Mudanya ilçesine dönmüştü. Hanımı da Mudanyanın köylerinden olduğu için güle oynaya bu kararı almışlardı.
Çağatay bey, yıllarca hep frenklerin godamanları içinde yaşamaktan sanki onlar gibi olmuştu. Fiziksel görüntüsü, beyni ve düşünceleri de.
Ezan sesine bir türlü alışamamıştı. Hemde aldıkları ev, Caminin duvar komşusuydu. Hanımı Cavidan hanım, kocasına göre çok daha "biz gibi kalmıştı"
Aslında ezan sesinden çok memnundu ama kocasına söylemek istemiyordu. Hele yavaş yavaş alışsın düşüncesindeydi.
Çağatay beyin liseden bir iki arkadaşı döndüklerinin haberini almış ve hemen gelip bulmuştular. Konsolos bey çok sevindi, nasıl sevindi ki. Ellerini tuttu bırakmaz oldu.
Ve Çağatay bey çok zorlansada kahvede oturmaya alıştırılmıştı bile.
O anlatıyor, kahve milleti hayran hayran dinliyordu. Ohoo anlat, anlat biter mi..!
Bu ilgi ve teveccüh onu nasıl mutlu ediyordu, hemde nasıl.
Ama bu kurduğu düzende hoşnut olamadığı bir durum vardı ki, o da; onu hararetle dinleyenlerin çoğusu Cami cemaatiydi. Ezan okundu mu kahve neredeyse top yekün Camiye akıyordu.
Hani bir darbımesel var ya "iki cami arasında" sıkışıp kalan beynamaz durumunu yaşamak.
İşte tamda bu durumdaydı konsolos bey.
Zaten adını bilen çok azdı. Herkes konsolos bey aşağı, konsolos bey yukarı demekteydi.
Konsolos bey, sustumu liseden arkadaşları hafiften cami, namaz, ibadet demenin ilk harflerini hecelemeye gayret ediyorlardı.
Konsolos bey, her seferinde;
-Bakın azizim, Batı teknolojisiyle sizin gibilerin efendisi oldumu ? Oldu.
-Bana bilimden, modern felsefeden bahsediniz lütfen.
Diyemediler ki...!
-Bak azizim, namaz kılanın elini kolunu bağlayan mı var ki...!!
Anladılar ki inançsızlığı çok kemikleşmiş. Üstüne gitmekten hepten vaz geçtiler.
İşi oluruna bırakalım diye düşündüler de günler normal akışında seyru sefer ede durdu.
Konsolos beyin, iki oğlu birde kızı vardı. Üçü de Amerikada yaşıyordu. Kız ve bir oğlan evli, küçük oğlan daha yeni eğitimini bitirip iş hayatına başlamıştı.
Anne bu ya !
-Ferit evladım sakın oralardan evleneyim deme. Lütfen bari seni kendi kanımdan bir kızla evlendireyim diye adeta yalvarıyordu evladına.
Ferit de gerçekten anasına mı ne çekmişti, yaban elde bir Türkle tanışacak olsa adeta boynuna sarılıp koklayası gelirdi.
-Tamam Anne dedi, hadi bir araştır bakalım.
Derken, oradan, buradan diye diye çok münasip bir aday yakaladılar.
Cavidan hanımın daha yeni evli bir kız yeğeni tavsiye etti adayı. Sınıf arkadaşıymış.
Beş yıl beraber geçmiş hayatları. Ne kadar ısrarla tavsiye etti ki, dayanamadı gittiler Ankaraya kızla tanışmaya.
Dönüşleri çok mutlu, mesut oldu. Anne de, konsolos beyde çok beğenmişlerdi. Kız eğer oğlanla anlaşırsa Amerikada yaşamayıda kabul etmişti. Derken karşılıklı canlı görüşmeler, konuşmalar sonucunda oğlan geldi nişan yapıldı, yazında düğün için mutabık olundu.
Konsolos beyde bu arada taze gelinin hayat tarzını ilk başlarda kabullenemedi ama gelinin hanımefendiliği, içten ve samimi duruşu onuda çok etkilemişti.
Sanki ezan sesini yavaşça sevmeye mi başladım gibilerinden arada bir vicdanına danışmaya başlamıştı bile.
ŞİMDİ ASIL BAŞ DÖNDÜREN MEVZUYA GEÇELİM.
Düğün için zaman azaldıkça bu Konsolos bey, arkadaşlarına Türkiyede araba kullanmanın kuralsızlıklarından şikayetle içinde tarif edemediği bir huzursuzluğundan bahsedip durdu.
Derken bu huzursuzluk öyle yüreğini büker oldu ki adeta gitmeyelim, sanki kötü bir şeyler olacak endişesini artık alenen dillendirmeye başladı.
Liseden arkadaşı Hasan bey dayanamadı;
-Azizim şimdi sana bir öneride bulunacağım ama biliyorum ki sen saçma diyeceksin.
-Yok, yok söyle, belki demem.
-Bak böyle toplu programlarda, heleki uzunca bir yolculuklarda biz inancımızdan ya kurban keseriz, yada fakir fukaraya adam akıllı tasaddukta bulunuruz, kaza, bela için.
Konsolos bey yutkundu, bir daha yutkundu.
Ama öylece kaldı. Kimsede artık üstelemedi.
Vakit geldi, program yapılmıştı zaten. Akrabaların ve bir iki komşunun arabaları derken yedi araçlık konvoyla Ankaraya gidileceği netleşti.
Konsolos beyin Jipi gelin arabası olacak. Gideken damat kullandı arabayı ama dönüşte konsolos bey kullanacak.
Bu durum iyice sıktıda sıktı yüreğini.
O kurban kes tavsiyesinde bulunan arkadaşı bir manisinden dolayı onlarla gelemedi ama konsolos bey önde oturuyor ve aklında hep kurban. Yüreğinde de acı ve endişeden büzüşen bir yumruk sıkılmış gibi.
Gerçekten acılar içinde kıvranıp durmakta.
Birden, hızlıca toparlanıp;
-Yok, yok Cavidan hanım bu böyle olmayacak. Bizim yol güzergahında bir kurban bulup kesmemiz lazım.
Cavidan hanımın yüreği bir doldu, bir doldu.
Aman Rabbim! şu gelinimizin bereketimidir bu? Sonsuz...! Sonsuz...! Şükür sana.
-Vallahi nasıl makbul bir düşünce bu bey.
-Benimde yüreğime sanki birisi oturmuş gibi.
Eskişehiri geçip, sivrihisara yaklaşmışlardı ki yolun sağında eski model beyaz bir minibüsü yan durur halde gördüler. Etrafında kadınlar, çocuklar öylece beklemekteler. Tam yanlarından geçerken Cavidan hanım minibüsün az biraz uzağında tek başına otlayan bir keçi gördü de hemen oğluna durdurttu arabayı. İndiler ve arkalarından gelen konvoyuda durdurdular.
Konsolos bey, geçmiş olsun falan dedi. Konuştular ki, Urfadan geliyorlarmış, tekerlerinden ikiside patlamış. Eskişehirin köylerindeki yazlık tarla hastaları ile çifteler mevkiindeki patates hasatına gidiyorlarmış. Her sene gelirlermş. Patates bittimi oradan Polatlıya soğan hasatına geçerlermiş. Konsolos bey ve ailesi hayatlarnda ilk defa böyle bir dramla karşılaştıkları için çok etkilendiler. Böyle bir yaşamın olacağına bir türlü inanamadılar.
Bizimkiler için ise adiyattan (sıradan, alışılmış, doğal) bir görüntü olduğu için kabullenmeleri çokta zor olmadı tabiiki.
Derken millet toplaştı da hanımlar o küçüklü büyüklü üstü başı kirli, tozlu şöyle böyle giyimli çocukları sevip okşamaya başladılar.
Konsolos bey, çok dolgun bir ücret ödeyerek keçiyi sahibi kadından satın aldı. O keçiyide sütünü kullanmak için yanlarında götürüyorlarmış.
Gittiğiniz yerden iki, hatta üç tane alırsınız diye tembihlediler. Keçiyi niyet edip kestirdiler. Olduğu gibi tekrar onlara verdiler. Gideceğiniz yerde pişirip yersiniz dediler.
Tam ayrılacaklardı ki, Konsolos bey, minik sevimli mi sevimli bir kız çocuğunun çeketini çekiştirdiğini fark etti. Çocuğu görür görmez yüreğine nasıl bir huzur doldu, nasıl bir sevgi boca edildi ki; şaştı kaldı. İnanılmaz sevdi bu sıska kollu, güneş yanıklı yavruyu.
Çocuk hem Konsolosa bakıyor hemde nasıl tatlı tatlı gülüyor ki. Dayanamadı çocuğu kaptığı gibi aldı kucağına. Bunu gören ve konsolosu tanıyanlar ve hatta hanımı ve damat bile dondular adeta.
Yahu bu çocuta sanki sevgi yumağı, nasılda sarıldı amcaya.
Konsolos bey çıkardı cebinden belki beş tane yüzlüğü koynuna koydu. Sonrada sordu dostlarına; yanında çikolata, şeker, bisküvi olanınız varmı? Doldu miniğin kucağıda diğer çocuklarında.
Yahu bu neydi böyle diye diye Konsolos hem arabaya yöneldi hemde çocuktan bir türlü gözlerini ayıramadı.
Çocukta yanından geçenlere hem öpücük atıyor, hem gülüyor hemde el sallıyor.
Çok etkileyici, çok yürek ısıtıcı bir an yaşamıştı herkes.
Hele ki konsolos bey..!
Hayatında ilk defa yaşadığı muhteşem bir duygu yoğunluğuydu bu.
Hatta düşündü, ilk torununu kucağına verdiklerinde bunun yarısı bir duyguyu dahi yaşamamıştı.
Bu neydi ya..!
Ankaradan ertesi gün dönüyorlar; konsolos bey sürücü koltuğunda. Araçta gelin,damatla.
İçi epey ferahlamıştı ama yinede sebebini bilmediği bir durgunluğu vardı. Yanında oturan hanımının elini tuttu, sıktı, zorla gülümsedi ama yinede işte...!
Cavidan hanıma bu nasıl yansıyordu ki.
O da huzursuzdu sanki.
Konvoydaki araç sayısı Ankardan katılanlarla onbir olmuştu. Araçları kullanan gençler ara ara gelip gelin arabasını geçiyor, kornalar çalıyor, neşe içinde sürüp gidiyordu yolculuk.
Eskişehiri de kazasız geçtik diye düşünüyordu ki, bozüyük sınırlarında; epeyce içki içip aracını kullanmaktan vaz geçmeyen bir gencin önündeki araçları sollaya sollaya gelin arabasına yaklaştığını konsolos bey yan aynadan görmesiyle aracın bunun sağ ön çamurluğuna dokunması bir oldu.
Aman Allahım..!!
Feryat, figan koptuda koptu.
Konsolos bey, direksiyonu sıktı, sıktı ama nafile. Araç yan yatar gibi oldu, tekrar doğruldu, yoldan çıkmamak için çok direndi ama olmadı.Araç yolun solundaki demir bariyerlere sol ön çamurluktan çapraz vurdu, yolun iç kısmına döner gibi oldu ama eyvahh tekrar çarptığı bariyerlerin biraz ilerisindeki sırayı yalaya yalaya kıvımcımlar çıkararak yoldan çıkmadan on metre kadar sürtünerek çaprazlama gitti, hızı düştü düşecek derken bariyerlerin zayıf bir noktasına denk geldiki araba uçuruma doğru sağ önden düştü düşecekti ki...!
sadece ama sadece konsolos beyin görebildiği ve hayatının da, ve hatta maneviyatınında tam kucağına düşebildiği o hakikatle yüzleşti.
Aracın sağ önünün son kez bariyerlere sürtünüp yolun içine yönlenemeyip uçuruma düşeceği o "an" konsolos bey şunu gördü...!
Sadece dirsekleri görülen İki tane minik el; aracı sağ ön farından itekleyerek arabanın tekrar yolun iç tarafına dönüşünü sağladı.
Ve Araçı, yolun içinde, kontrol edilebilir halde, epeyce ilerde selametle durudurabildi.
Koşanlar, ağlayanlar, feryat edenler...!!
Kendisini biraz toplayanın ilk sorduğu???
-Bu araba düşüyordu ya...Nasıl..! Nasıl..! Tekrar yönü yola dönebildi....????
Konsolos beye ve diğerlerine sular verildi, yüz, göz yıkandı. Sakinleşmeleri için çaba.
Konsolos bey, defalarca şu cümleyi tekrar ve tekrar edip durdu.
-Cavidan..! Cavidan..! Kucağımdaki o çocuk..!!
-Cavidan..! Cavidan..! Kucağımdaki o çocuk..!!
Konsolos bey, her namazın sonunda ettiği duada, ilk önce Ankaralı gelinine, sonrada o; sıska, güneş yanıklı kara kuru o çocuğa hayır dualarını bağışlıyor ve sonrasında da;
"Allahım ! lütfunla bu kulunu cennetine kabul edeceksen eğer; ben yanıma, o iki minik elin sahibi yavrumuda istiyorum."
Epey sonra yapılan münazarada; bu tasadduklardan kurban, bize göre, yani zahiren daha değerli iken; neden o çocuğa verilen o küçük hediyeler kurbandan daha koruyucu oldu..?
Akledenler buyurdular ki...!!
Hayır ve hasenatın küçüğüne, büyüğüne bakılmamaksızın ele geçen her fırsat ve şartta hepsi değerlendirilmeli, ihmal edilmemelidir.
Bu kadarcıktanda ne olurmuş denmemeli.
Bir selam verme, bir hatır sorma, bir gönül alma ve hatta bir gülümseme bile.
"Rabbimizin katında hangi hasenatın hor'a (makbul) gececeğini biz bilemeyiz."
Demek ki; o minnacık yavrunun memnuniyeti kurbanın önüne geçecek kadar mı olmuş..??
Allahuâlem.
Hürmetli dua ile.
Yorumlar
Yorum Gönder